Utanç, en çok cinsellikte, arzuda, zevklerimizi tatminde kendini gösterir, ele verir; aksi halde, yüzsüzlük de öyle…
***
Bilinçli üstbensel etkinlik gönencin artırılması niteliğindeyken amansız ve acımasız olan bir öteki üstben insani yıkımın ve insanın korkunç saçma eylemlerinin sebebidir (intihar, cinayet, tahripkârlık ve savaş). Bu vahşi üstben’in bize bulmamızı buyurduğu “iyi”, ahlaki iyi değildir (yani toplumsal bakımdan iyi olan), ama mutlak zevkin kendisidir; o, bize tüm sınırları ihlal etmemizi ve durmaksızın kaçan bir zevkin imkânsızlığına ulaşmamızı buyurur. Zorba üstben emreder ve biz haberimiz olmadan itaat ederiz; bu emir çoğu kez bir kaybı ve bizim için değerli olanın yıkımını kapsasa bile.
Irigaray, Sen Ben Biz içinde
ÖNDEYİŞ
“Utanç” izleğini Salman Rüşdi üzerinden tartışmaya açmayı hedefliyordum fakat onun “Utanç” adlı romanının hacmi gözümü korkuttu. New York’ta “edebiyat festivali”ndeki konuşması sırasında “bıçaklanması” sonucunda da, doğrusu tarifi imkânsız, bir “utanç sahnesi” ortaya çıkmıştı. Bunu da işin içine katarak…
İster “fanatik inanç fabrikatörleri”nin, ister “dünya görüşü/ideoloji hempaları”nın yönlendirmesiyle olsun, dahası “estet hazımsızlığı” da işin içine girmiş olsun, hiç fark etmez, diyeceğim odur ki elimizden gelen her türlü “yan değiniler” bir insanın canına kastının “utanç” ile anılması gerektiğidir. Yüz kızartıcı suçlar arasına katılması yönünde görüş bile bildirebilirim. Burada insanı Tanrı katına yükseltme, sonsuz krediyle dokunulmaz kılma amacı yoktur. Daha çok, zayıfı da, doğayı ve diğer canlıları da koruma yolunda ona tanrısal bir “manevi dünya” bahşetme arzusu vardır…
Aslında derdim, daha çok, Aziz Nesin’in yayımladığı “Şeytan Ayetleri”nin etrafında dönen fırtınalı kavga günlerine, oradan da Madımak katliamına bir kez daha dikkat çekmekti. Eğer siz geçmişinizle yüzleşemiyorsanız, bugününüz ve geleceğiniz de “yüzsüzlükle”, yani “utançla” bezenecek demektir. Ne yazık ki 12 Eylülle olduğu gibi Madımak’la ilgili de gerçek bir yüzleşmeye ve özeleştiri sürecine giremedik, giremiyoruz.
Velhasıl Salman Rüşdi’nin “Utanç”ıyla ilgili projeyi başka bir yazıya/makaleye havale etmek durumundayım. Prensip olarak okumadığım veya gözucuyla şöyle bir baktığım kitaplara dair, özellikle romanlara dair, “doldurma bilgiler”le yola çıkmayı doğru bulmam…
Ol bu nedenle, “nicelik” bakımından daha kısa sürede okunabilecek bir esere yönelme gereği duydum. “Nicelik” olarak daha az yorucu olabilir ama aslında hem Man Booker Ödülü hem de Nobel Edebiyat Ödülü almış bir yazar ve eserle karşı karşıyayız.
Evet, “hız” yorabilir ama “aşırı yavaşlık” da bıkkınlık yaratabilir: insanlıktan utancı maske olmaktan çıkartıp gerçek yüze, bakışa, sese, söze dönüştürebilir. Bu “insanlık dışı hali” bertaraf etmek adına her türlü olanağı/fırsatı değerlendirmek gerekiyor; şu an üstlendiğim iş de mütevazı olarak (!) bu, diyebilirim.
TEMATİK ORTAKLAŞMALAR
Günümüz dünyasının 20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla geçişte/kavşakta yaşayan, iki yüzyıla da ucundan kıyısından tanıklık eden tüm büyük yazarlarda gözlemlediğimiz bir olgu var. Eskinin “büyük anlatılar”ından bazıları hiç bir şekilde tedavülden kalkmıyor. Postmodernizm bu noktada bir hayli “başarısız” görünüyor. Dinsel anlatılarda gerileme hissedilmiyor örneğin. Ulus/ırk/milliyet söylemlerinde de ciddi bir duraksama gözlenmiyor. Küreselleşme, bu noktada, “yerel siyaset üretimi”nde ana damar olan milliyetçilik ihtiva eden söylemleri ehlileştirme becerisini yeterince gösteremedi örneğin. Cinsel ayrımcılık da, renk ayrımcılığı da hâlâ çok ciddi bir travma kaynağı. Demek ki hikâyenin gelişim seyri bakımından bir “sağlıklı küreselleşme”yle karşı karşıya değiliz.
Mesele şu ki insanlığın birkaç derin hikâyesinden biri sınıf savaşımı ise, diğeri bu savaşımda en önemli “yol açıcı/temizleyici” olarak işlev gören “dinsel/milliyetçi/ırkçı/cinsiyetçi anlatıları” hiç durmadan gıdıklayan “kutsal kitaplar”dır. Salman Rüşdi de Coetzee de Saramoga da (diğerleri de) bu “büyük” kaynağı enine boyuna taramışlar, hatta tarumar etmişlerdir ki takdire şayan bir teorik/pratik katkıdır. “Kutsal Kitaplar” dinbilimcilere, teologlara gözü kapalı teslim edilecek bir kaynak değildir, olmamalıdır.
Yine de Coetzee’nin “Utanç”ını ve diğer eserlerini bir nebze ayrı tutuyorum.Başlangıç itibariyle “minimal” bir söylem gibi görünse de izlek derinleştikçe kara kutu da o ölçüde “maksimum”laşıyor. Modernden Postmodern’e, Postmodernden ilkel/arkaik dünyaya açılıp kapanan kapıları yan yana, iç içe geçmiş görüyoruz; tıpkı Doğu ile Batı, Kuzey ile Güney gibi; tıpkı açlık ile tokluk gibi; varsıllık ile yoksulluk gibi… Yani bu eserde de “büyük anlatılar” ile “minör anlatılar”bir arada yaşamak, var olmak için ayak diretiyorlar.
Böylece Güney Afrika’nın hikâyesi ile Profesör Lurie ve kızı Lucy’nin hikâyesi yan yana geliyor, iç içe geçiyor; ama ne hikmetse bir kez daha birbirini derinlemesine anlamadan “transit geçiş” yapıyorlar. Bu esnada birtakım kazaların meydana gelmesi elbette kaçınılmaz. David ile kızı Lucy’nin başlarına gelenler de bunlardan yalnızca biri…
ROMANI/UTANÇ’I PARÇALARINA AYIRALIM
David Lurie (İsa’nın Çocukluğu eserinde de bu adı kullanma gereği duyar; biçimsel/biçemsel benzerlikleri diğer romanlarında da görmek/gözlemlemek mümkün.) bir üniversitede “profesör” olarak görev yapmaktadır. İki kez evlenmiş, boşanmıştır. İlk eşinden bir kızı vardır. Kızı Lucy’ye vurgu kaçınılmazdır çünkü anlatıyı ikinci aşamada şekillendiren, yeni bir bakış açısının, dahası ciddi ruhsal ve bedensel hasarların meydana geldiği kazanın gerçek ve imgesel mimarı odur.Ayrıca Batılı/Beyaz kadını “farklı arayışlar” içinde gördüğümüzden merakımızı cezbediyor. Bu anlamıyla da romandaki yerini sağlamlaştırıyor.
Tuhaf olan şu ki elli iki yaşındaki Profesör David iki kez evlenmesine rağmen, bir üniversitede profesör unvanıyla görev üstlenmesine rağmen, birkaç kitap yazmasına, ciddi birtakım eserler (Byron’la ilgili araştırma yapmak, müzikal yazmak gibi) üzerinde çalışmasına rağmen… Nedense “cinsel dürtüler” konusunda tam bir “moron” gibi hareket etmektedir. Daha ilginci ise zekâsını bu “moronluğu”nu desteklemek için çalıştırmaktadır. Elli iki yıllık ömür, cinsellik alanında da epey bir “tatmin” sağlamış olması gerekirken Profesör David, aç kurtlar gibi sağa sola, öteye beriye saldırmaktadır. Önceleri bir “eskort firması”yla anlaşarak, bir “ticari marka/nom de commerce” olan Soraya adlı bir “hayat kadını”yla ilişkide bulunur. Düzenli bir ilişki gibi görünür ki profesörümüzü ona yarı-bağlanmış buluruz. Ancak işler ters gider ve Soraya ile yollar ayrılır, bağlar kopar. Hemen ardından on sekiz yaşındaki “deneyimsiz” bir başka eskort kız devreye girer. Bundan hiç memnun kalmayan “moron” profesörümüz, o ara yirmili yaşların başındaki öğrencisi Melaine Isaacs’ı, deyim uygun görülürse, “gözüne kestirir”. Ruhu da dürtüleri de “ava çıkmış” birini durdurmak ne mümkündür, na-mümkündür!
Profesör David için işler işte bu noktadan itibaren ters gitmeye başlar. Ayrıntılara daha sonra değineceğim.
7.Bölüme kadar süren bu “öğrenci Melaine gerilimi” veya “cinsel dürtü esareti” profesörün üniversite yönetimince “yargılanma”sıyla, ardından üniversiden ayrılmak zorunda bırakılmasıyla, kızının “kasabanın birkaç kilometre dışındaki küçük çiftliğine” gitme, daha doğrusu “sığınma” kararıyla yeni bir boyut kazanır. Ne yazık ki orada da işler, özellikle “cinsel dürtü” meselesinde, hiç de yolunda gitmez. Bu kez entelektüel inceltilmiş tacizcileriyle/tecavüzcülerle değil, hayvani dürtülerini kontrol edemeyen kaba saba adamların tacizleriyle/tecavüzleriyle mesele dallanıp budaklanır.Dahası, yerli/Afrikalı “barbar” ile Batılı “uygar” arasındaki uzlaşı dışı çatışma da öyle… Lucy’nin tecavüze uğraması, profesörümüzün de ağır yaralanması sıradan bir roman kurgusu bağlamında hafife alınamaz çünkü eserin genel izleğine soluk aldıracak yeni bir pencere daha açılmış olur. Aksi halde, Profesör David’in dünyası bizi utanca ve dolayısıyla umutsuzluğa gark edecektir.
İKİ BOYUTU BİRLEŞTİRELİM
Profesör David’in trajik hayatı, roman sona doğru yaklaştıkça daha vahim bir hal almaya başlar. Deyim yerindeyse, “düşkünlüğe” meyyal bir karakter çizer. Bir profesörün ve belki de insanlığın “Aşil topuğu” bir kez daha ölümcül yara almış olur. Dünyanın bütün sorunları çözülse bile, cinsellikle ilgili “takıntılarımız” ebedi kalacakmış gibi bir izlenim bırakır. Doğulunun sert (İngilizcesi hard mıydı), haşin, kaba, banal, bodoslama, hayvani “temel içgüdü”sü; Batılının inceltilmiş, entelektüellikle bezenmiş, laf süsü haline getirilmiş “temel içgüdü”sü (özellikle burada Temel İçgüdü filminden bazı sahneleri gözümüzde canlandırmak yerinde olacaktır; fantazileri böyle tatmine yönelmek yeryüzü cehenneminde epey bir ilgi görüyor, taraftar topluyor) pes edecek gibi görünmez. Kadına düşen, iki halde de, “tecavüz kaçınılmaz ise haz almayı öğrenmek”tir. Ne yazık ki kadın da akıllanmayanlardandır, ruhuna söz geçiremeyenlerdendir. Bu süreçlerden yara almadan asla çıkmaz/çıkamaz. Gerek Melaine gerek Lucy, gerekse escort kadınlar, açık ve net olarak, iki cins arasındaki temel içgüdülerin daha insani şekillenmesini arzu etmektedirler; toplumsal konumları ilkel veya entelektüel olsun bunu tüm çıplaklığıyla, acımasızlığıyla hissettirirler. Öyle inanıyorum ki yarının “robot toplumları”nda bile cinsellikle, cinsel dürtüyle bağımız kopmaz ve tamir edilmez şekilde “arızalı” bir görüntü sergileyecektir.
TARTIŞMA MERKEZLERİ VEYA ÇÜRÜK “TEZ”LER
Belfast argosunda “to still” sözcüğünün iki anlamı var: “Bir kadınla yatmak” ve “öldürmek”. Fakat buradaki öldürme, Fransızların la petit mord (küçük ölüm) dedikleri ve orgazmdan sonraki kendinden geçme olarak betimlenen olgudan farklı bir eylem, “l just stiffed that cunt” cümlesi “Onu vurarak öldürdüm” anlamına da gelebilir “Onu becerdim” anlamına da. Hangi anlamda olursa olsun bu, “kurban”ın değersizleştiği ve aslında kişiliksizleştirildiği anlamını taşıyor.
Jack Holland, Mizojini / Dünyanın En Eski Önyargısı Kadından Nefretin Evrensel Tarihi içinde
“Tez”li yazınsallıktan öcü gibi kaçanların hepsinin pür dikkat okudukları eserler ve takip ettikleri yazarlar, mutlak surette “tezler” üzerinden yürümüşlerdir; onların boşa attıkları hiçbir zarı olmamıştır. Trajedileri, dramları, mizahları, ironileri, biçim ve biçemleri hep bu yörüngede yol almıştır. İster sevelim ister nefret edelim, ister onaylayalım ister reddedelim tüm tipler, karakterler ve tabii izlekler (tezler) dünyayı anlamamızı, daha derinden kavramamızı sağlama doğrultusunda şekillendirilirler.
Coetzee’nin “Utanç” adlı romanındaki başrolde entelektüel ahkam kesicinin(yani benim vicdanımdaanti-kahramanın),Nietzsche’nin “pitoresk terimi”ndeki gibi “das kranke tier/hasta hayvan” modunda yaşayan bir profesör olduğunu üstüne basa basa belirtmiştim. Profesör David ruhen hasta, bedenen sapıklığa meyyaldir. Üstelik bu tür “prof”ları kendi ülkemizin üniversitelerinde de, hastanelerinde de, hatta psikayri kliniklerinde de çokça gördük, haklarında üçüncü sayfa haberleri okuduk. Ahlak/etik vb her şey laf salatası olarak her daim dillerine pelesenktir. Makam, mevki, statü vs her şey tırıvırıdır. Bir yandan “namus bekçiliği” yaparken diğer yandan tecavüzün “bin bir çeşidi” üzerine kafa yorarlar. Recm konusunda da linç konusunda da son derece maharetlidirler.
Profesör David de herhangi bir kuşkuya yer bırakmayacak denli “cinselliğe odaklı” bir hikâye sunar bize/okura. John Berger’in dediği gibi “utancın karanlığında” bize duyurduğu olumluçok fazla bir şey yoktur. Aksine, “utanç” bağlamında değerlendirilebilecek birçok hastalığı meşrulaştırmak için zihnini kemirir. Örneğin kendi kızına tecavüz edenlerin “laik” yargı önüne çıkartılmasını ve cezalandırılmasını ister/bekler ancak burada bir vicdan/bir utanç unsuru aramaz. Dışsal bir “cezalandırma” olarak meseleyi çözmek içteki kanamayı durdurabilirmiş gibi. Kendisi de öyle yapmıştır çünkü; vicdanının/utancının üniversite hâkimi/heyeti önünde tartışma nesnesi haline getirilmesine izin vermemiştir. Pişmanlık duyup duymaması “laik heyeti” ilgilendirmez. Onlara bu yönde bir kanaat sunmayı ilkesel olarak reddeder. Kendisinin reddettiği bir şeyi, o kaba saba tecavüzcüler niye kabul etsinler ki? Belki de Yazar/Anlatıcı (adını Coetzee olarak kodlaylalım biz) “laik sistemin açmazları”na vurgu yapmak istemektedir. Bu noktadaki “gizli niyeti okumak” okurun veya eleştirmenin işi olmasa gerek. Böyle okurlar/eleştirmenler o kadar fazladır ki beyin kıvrımlarınızı yurt bellediği varsayılan “hayali imgenin anatomisi”ni bile deşifre edebilirler.
Biz en iyisi baba-kızın sohbetlerine kulak verelim. Biraz uzun bir alıntı olacak ama David’i anlamak için de, hırpalamak için de gerekli bir adım bu:
“‘Böyle mi yaptığımı düşünüyorsun?’ diye soruyor kızına. ‘Suç mahallinden kaçtığımı?’
‘Eh, bence geri çekildin. Uygulamada bu ikisinin farkı var mı?’”
Bir kısa ara verip üstüne başparmağımı basa basa hatırlatayım. David üniversite hâkimine/heyetine vicdani bir pişmanlığa başvurmak istemediğinden tüm suçlamaları kabul eder ve üniversitedeki görevinden ayrılır. Nedense kendisini dinlemeyeceklerini, kendi hükümlerini vermek için onun itirafını malzeme olarak kullanacaklarını düşünür.
Kızı Lucy itiraz eder. “Bu doğru değil. Sen, olduğunu iddia ettiğin şey olsan bile, yani ahlak açısından bir dinozor olsan bile, dinozorların konuşmasını da merak eder insanlar. Kendi adıma ben ederim. Neyi savunuyorsun? Söylesene.”
İşte David’in “muhteşem tezleri” bu noktadan itibaren vicdanımızı sarsmaya başlar. “’Benim davam, arzunun hakları üzerine kurulu’ diyor David. ‘Minicik kuşların bile titremesini sağlayan Tanrı üzerine.’”
Yazar/Anlatıcının, Profesör David etrafında yürüttüğü tartışmanın odağında “arzunun hakları” cirit atar. Bu noktada sorulması gereken hassas soru: Zayıf’ın haklarının ihlali helali hoş mudur peki? Zayıflar, Güçlülerin zevklerine peşkeş çekilmek için mi vardırlar? İlkel Güçlü ile Modern Güçlü, fark eder mi?
“Minicik kuşlar” ola ki “titremek” istemiyorlarsa ne olacak? Diyelim ki sizin gücünüze biat bağlamında “titremeyi” göze aldılar ama içlerindeki alevi nasıl söndüreceksiniz? Neyse, biz David’in tezlerini kendi ağzından bir miktar daha dinleyelim, Lucy’yle birlikte.
“Sen küçükken, henüz Kenilworth’te otururken yandaki komşunun bir köpeği vardı, altın rengi bir retriever. Hatırlar mısın, bilmem.”
Lucy, “Pek değil” diye karşılık verir. David “muhteşem tez”ini sunmaya devam eder.
“Ne zaman yakında bir dişi olsa, heyecanlanır; zor zapt edilirdi, sahipleri de Pavlov yöntemini uygularcasına onu döverlerdi. Zavallı köpek, iyice şaşkına dönene kadar bu iş böyle sürüp gitti. Dişi kokusu alır almaz kulaklarını kafasına yapıştırır, kuyruğunu bacaklarının arasına kıstırır, bahçede inleyerek, saklanmaya çalışarak dolaşırdı.”
Ne güzel değil mi? Ben anladım ama Lucy anlamadı. “Anlayamadım,” diyor. Elli iki yaşındaki Baba Profesörümüz anlaşılana kadar anlatacak, başka yolu var mı? “İyi öğretmen” olamayan profesör, “temel içgüdüler” meselesinde hayli “diyalojikleştirme” becerisi gösterir.
“Bu olayda öyle alçakça bir şey vardı ki, umutsuzluğa düştüm. Terliği ısırması filan gibi bir suç yüzünden bir köpeği cezalandırabilirsin, böyle düşünüyorum ben. Bir köpek bu cezayı kabul edecektir; ısırdığı için dayak yiyecektir.” Lütfen dikkat kesilin: “Ama arzu, başka bir şeydir. İçgüdülerine uydu diye cezalandırılmanın adil olduğunu hiçbir köpek kabul etmez.”
Lucy bir kadın olarak, elbette başına geleceklerden, tecavüze uğrayacağından habersiz olarak, buna itiraz etmeliydi. Etti de. “Demek erkeklere hiçbir sınır tanımadan içgüdülerine uymaları için izin verilmeli, öyle mi? Alınacak ahlak dersi bu mu?”
Tartışma uzuyor tabii. Benim de sınırlı kelime/sayfa hakkımı çok fazla aşmam söz konusu değil. O nedenle, hızlıca ve özet olarak bir başka Tez’e değinip geçeceğim. Kızı Lucy de özellikle tecavüze uğradıktan sonraki süreçte kendi tavrını ortaya koymaktadır. Vahşi doğada yaşamak istiyorsanız, onun bedellerini de göğüslemeniz gerekmektedir. Gerektiğinde vahşileşeceksiniz, gerektiğinde boyun eğmeyi bileceksiniz veya bir uzlaşı zemini bularak tecavüzcünüzün himayesine sığınacaksınız. Ülkemizde de böylesi vahşetleri mahkeme kayıtlarında, basın organlarının üçüncü sayfa haberlerinde bulmak hiç zor olmasa gerek.
Tanrı’nın “ilahi adaleti” işbaşında ama cezayı çeken yine kız/kadın, dişi cins oluyor. Belki erkek de (bir baba olarak da olsa) hafif hasarlar alıyor ama derin kesik, yara ne yazık ki yine kızın/kadının, yani dişinin payına düşüyor. Ne pay ama!…
SONUÇ
Utançtan maksadım kişisel suçluluk değil. Giderek anlıyorum ki utanç, uzun vadede ümit etme yetimizi aşındıran ve ileriyi görmemizi engelleyen bir duygu türü. Gözlerimizi ayaklarımızın ucuna dikip sadece bir sonraki adımı düşünüyoruz.
John Berger, Kıymetini Bil Her şeyin içinde
Coetzee, tüm eserleriyle insanlığa, görme/algılama biçimleriyle ilgili yaşamsal deneyimler aktarmaktadır. Doğru “okunduğunda” bir hayatın kaç biçimde kendini icra edebileceğini de serimlemektedir. İdeolojik-politik, kültürel-sanatsal, tarihsel-toplumsal süreçlerde… “Sonraki adımları” roman kurgusunun akışı içinde gözümüze sokmaktadır. Özellikle entelektüellerin dünya genelinde gerçek veya sert (hard) hayattan soyutlandıklarını görmek hayli sersemletici bir deneyim olarak kayda geçilebilir…
Yazıda adı geçen M. Coetzee’ye ait tüm eserler Can Yayınları tarafından basılmıştır.
Alaattin Topçu